DOLAR

41,3311$% 0,23

EURO

48,6013% 0,44

GRAM ALTIN

4.865,62%0,58

a

YİDİMİNE /Fatma CİVELEKOĞLU GEÇER

YİDİMİNE

Anneme;

Sofra örtüsünü serdiğinde aklına, kızı Gülhanım gelmişti. Ölmeden bir gün öncesinde hoplayıp zıplıyor, gülüp oynuyordu; henüz üç yaşına da girmemişti. O gece uykuya daldığında, ne olduysa, birden ateşlenmiş yavaş yavaş yanakları kızarıp tüm vücuduna yayılmıştı. Ateşi düşürmeye uğraşmış olmasına rağmen düşürememişti. Gecenin kör vaktinde, tek başına yola çıkamayınca, bir eli kızının saçlarını okşar halde, dualar ederek beklemiş ezanın okunmasıyla beraber, yanına da uslusunu (aile büyüğü) alıp: “Gecenin hayrından, sabahın şerri iyidir” diyerek telaşla, alev yumağı gibi olan yavrusunu sırtına sarmıştı. Evden çıkacağı sırada gözüne ilişen örtüyü alıp çocuğun üstüne örtmüş uç kısımlarını da kolunun altındaki ipe dolamıştı.

Ucu bucağı bitmek bilmez köy yolunda ilerlerken, Gülhanım… Annesinin önce rahminde sonra göğsünde şimdi de sırtında, ayağı yere basmaz, dili söylemez, karnım acıktı diyemez, su isteyemez, istese de içemez olmuş; açılan kudret kapısı onu çekip alıyordu…

Uyusun da büyüsün nenni,

Tıpış tıpış yürüsün nenni,

Yaylalarda büyüsün nenni,

Benim kızım yürüsün nenni… Diyen sesi, beşikte üğrünürcesine usul usul bırakıp soğumaya başlamıştı.

Bu kez sırtına yayılan soğukluğu hissetti. Yanındaki uslusu söylememiş olsa bile; korka korka, yüreği titreye titreye, sağ elinin sırtını çevirip yüzüne değdirdiğinde, çatal olmuş sesiyle: “Gülhanım, kızım, kızım” demiş… Ses gelmeyince… Anlamıştı Nazmiye Hanım…

Yetişmeye çalıştığı hastaneye yidimine giderken, nefes nefese akıttığı ter, ettiği dualar, okuduğu sureler, emzirdiği süt, ana yüreği, hakkı-hukuku Azrail’i yenememiş kadim toprak ağzını açmış yavrusunu bekliyordu.

Dizlerinin bağı çözülmüş, hep ileriye adım atan ayakları, aniden sağa-sola gitmeye başlayıp olduğu yere yığılıp kalacağından da korkmuştu. Kalbi boğazında atar vaziyet de, içinden, bir çığlık atmak gelmişse de, uslusundan utandığı için, hele de yolda izde olduğundan, acı feryadı geri ite ite, hatta yutkuna yutkuna iyice deperek, teptiği acıyı da yüreğine emanet etmiş gerisingeri dönüp Diyadin’in kalbine, Dikdip’in doymak bilmeyen toprağına kızını gömmüştü.

Ahirete göçen evlatları hariç Nazmiye Hanım’ın hasretinden yanıp tutuştuğu, özlemini çektiği kimse yoktu. İçinin yangısı, dışarıdan anlaşılmaz hem kendisi de belli etmezdi. Tek başına kaldığı vakitleri; her gün gördüğü, görüp de ilgilenemediği, ilgilenemeyip de işe-güce daldığı, iş-güç ile akşam ettiği, sonra bir aynısı günü daha yaşadığı, yarıntasi günlerini de aynı şekilde ve böylece ömrün sürüp gittiği zamanları gibi olmazdı… O anları, birinin elinde maşa varmışçasına, kalbine açılan mezar gedikleri küllerini, pasa deberterek, üfleye üfleye, alev alsın istiyor; bebelerini hatırına getirip yüreğini dağlıyordu. Ölen çocuklarıyla, aynı ay da, ya da aynı sene de birlikte doğan, başka bir çocuğu gördüğünde, onunla konuşur, anlatır: “yaşasaydı şimdi, senin teğinde (yaşında) olacaktı” dedikten sonra gözleri dalar, suskunlaşırdı. Diline, susmak yerleştiğinde de, bu kez kalbi konuşur: “Şu an yanımda olsaydınız, bir görseydim hepinizi… Ah… Ah bir görsem… Kucaklasam yavrularım sizi…” Der, acısı dile gelir, ardı sıra burnuna okarı (yukarı) acıkmış bir acının sızısı ilerlerdi. Sızı giderek çoğalıp yumruk gibi boğazına oturduğunda, ağlamak ister ağlayamaz, bağıracak bağıramaz… Sağ elini sımsıkı sıkarak, sol yanına, kalbinin üstüne, döşüne doğru, sinesine vurdukça vururken: “… Yaktınız, yıktınız beni…” deyip olduğu yerde kaskatı kesilir, uğunur kalırdı.

Kızı Mercan dâhil dokuz doğum yapmış, biri de iki aylıkken düşük; sadece beş çocuğu hayatta kalabilmişti. Hiç hesapta yokken, açkıya (hamur açma) başlamadan ilkin, sanki kendi acısını içinde yoğurup ağlaya sızlaya harman edip günletmişti (havalandırmıştı).

Eski usul tereğine, işlenmemiş halde sıralanan beş tahta, gidenlerin sayısı mıydı? Yoksa kalanlar mıydı? Bilinmezdi de; öldüğünde bebeleri, öteki dünyada onu karşılayacaktı. Ölen çocuğun sayısı fazla olunca, anneyi, cehennemden korur, köydeki çoğu kadın buna inanır, hatta birbiriyle gonuşuk ederlerken (konuşurlarken): “senin kaç tane ölmüştü Nazminge (Nazmiye Yenge)” diye sorulur: “beş” der, soruyu soran kadın: “Allah’ım dağına göre kar verirmiş, sen, ahretliğini yapmışsın” derdi. Hele birde, doğum esnasında ve sonraki otuzdokuz gün içinde anne ölürse ki; -doğum yapan kadının kırk gün süresince mezarının açık olduğuna inanılır- cennete giderdi. Cennet, daima anaları beklerdi…

Haşincik (şimdi) içlerinden birini görebilseydi keşke, ah bir görse… Bebeleri dile gelip: “anaa” naraları içinde, upuzuunn, ince bir yoldan peşi peşine, ona doğru, yidimine koşsalar, ah bi gelseler, gelseler de görebilse… O da, iki kolunu germe germeye açardı. Eski usul tereğin de uzunluğu, tam olarak bu kadardı.

Belli aralıklarla, alt alta sıralanmış beş tahta, gayeli mıh ile çakılmıştı. Üzerine bastığı zemin tahtasından bir karış yukarıda ayrıyeten bir sıra daha yapılmış, altı-üstü dümdüz edilip bir başına, bir de sonuna konulan yarmacaların üstüne doğru uzatılan tahta ile üstteki sıranın mesafesi diğerlerine nazaran yüksek olmuştu; gövdesine dayalı, alüminyum hamur teknesini alarak mutfaktan çıktı. İki adım atınca, sağ tarafında kalan, kilitlenmeye daima hazır, anahtarlı kapıyı açarak içeri girdi.

İçeri girer girmez, odanın havasına sinmiş şeker kokusunu soludu. Çocukluğunun da vazgeçilmezi olan bu kokuyu; her mektep çıkışında gittiği Öztürk Hoca’nın bakkalından tanır, akide şekerini yemeye doyamaz, birazını cebine, birazını da avcunun içine alarak evine dönerdi. Şekerin varlığı her defasında çocukluğunu anımsatır; kimi an babası, kimileyin de küçük bir kız çocuğu olurdu.

Büyüyüp serpilmesi, genç yaşta evlenip çoluk çocuğa karışması, ilk an ki safiliğini unutturamamış olsa bile; çayın içine, un yālaşına, bazen makarnaya, bazen de karnı ağrıyınca suyun içine karıştırıp içer fakat, o yıllardaki tadını vermeyince küçüklüğünde kalmış gibi hissederdi. Kokunun yaşı tıpkı ölen evlatlarına benzerdi… Köye her gelindiğinde elli kilo alınan, Hatap un çuvalının ağzını açarken; şeker kokusuyla birlikte çocukluğunu da, çocuklarını da içine çekmişti.

Evin gövdesini sarıp sarmalayan taflan ağacı, çıngının yanına-yöresine, saçaklarına doğru, uzayabildiği yere değin dallarını uzatmış gölgede kalan bu odayı da Nazmiye Hanım özellikle erzak odası yapmıştı…

*******************

Öyküdeki Anlamı | Yidimine: Tüm gücüyle, var gücüyle, anlamınadır.

“Yidimine” Kelimesi İçin Kaynak:

Yidi: Yedi

Yidilmek, [yedilmek] Yedekte götürülmek, birinin kılavuzluğunda gitmek. Yeni Tarama Sözlüğü (1983) Düzenleyen: Cem Dilçin, Ankara: TDK Yayınları, Syf. 245

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Fındık Yeniden Yükselişte..

HIZLI YORUM YAP

Araç çubuğuna atla